Her insan bir dünya derdim, sonra her insanın bin bir dünya olduğunu gördüm. Her insanın her insana başka bir dünya olduğunu da… Size buz gibi poyrazlar esen yüzde başkalarına nasıl elvan çiçekler açtığını da… Aynı insanı kimileri çok severken kimilerinin nefret edebildiğine de şahit oldum. Soğuk rüzgârların, sert kayaların, aşılmaz dağların ardını bilemiyoruz. Bizim gördüğümüz dünyalardan bir dünya başka dünya göremiyoruz. Bu yüzden masaya vurup “Karar!” diye haykırmadan önce beklemeli. O anı, son nefesi beklemeli… Koleksiyonerim ben, geçmiş biriktiriyorum. Bana ait olmayan, benim süpürdüğüm, benim parlattığım, benim ibret aldığım geçmişler. Bu sefer ki ise bir dede yadigârı… Yıl 1990… Yer Mina… Mahşer provası derler Hac ibadeti için. Bu seferki provadan fazlası… Mina’ya giden yol üzerindeki yaya tünelinde izdiham yaşanıyor. Binlerce insan bir tünelde sıkışıp kalıyor. Bir insan seli boğuyor herkesi… Tablo ibretlik… Tükenen oksijen, verilen son nefesler, kırılan kaburga kemikle
25 yaşımda ilk kez köyde yaşamaya başlamamla bir başağın boy verişini, yeşilden sarıya dönüşünü, rüzgarın sararan başaklar arasında gezerken nasıl bir türkü tutturduğunu, o türküye boynunu bükmüş her bir başağın nasıl dalga dalga eşlik ettiğini ve buğday tarlaları üzerinde alçak uçuş yapan kırlangıç sürülerinin bundan nasıl da keyif aldıklarını ilk kez gördüm. Tüm bu manzara, tarlayı sulayan o dev boruları oradan oraya taşıyan çocukların iş mi yaptıklarını, oyun mu oynadıklarını ayırt edemeyişleri ile de birleşince “fırsat eşitsizliği” denilen şeyin nasıl da sırtını yere getirdiğini, 25 yaşımda ilk kez bir köyde yaşamaya başlayınca anladım. Aslında hiçbir şeyin bu kadar romantik ve şiirsel olmadığını ise henüz 6 yaşındaki bir kız öğrencimin, e harfinin o tek seferde verilmesi zor biçimini yazmakta zorlandığını görüp, birlikte pratik yapmak için onu masama çağırdığım zaman, ben kılavuz çizgilerin arasına son derece muntazam bir e harfi yazarken, onun hayretten büyümüş gözlerle