Ana içeriğe atla

KOLEKSİYONUMDAN 2

 İnsan yıllar geçtikçe yaş alır sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İnsan yaşadıkça yaş alır. Günlerin geçmesini yaşamak sanıyorsanız bu da başka bir yanılgı. Mesela yetmiş yıl önce doğan bir insan için, yetmiş yıl yaşamış, diyemeyiz. Bir insanın yaşı kaybettiklerine, vazgeçtiklerine, şükrettiklerine vb. birçok algoritmaya bağlı olarak değişir. Aksi takdirde “geçmiş koleksiyonumun” yüzümü tebessüm ettiren parçası olan Bedirhan’ın, kimliğinde yazdığı gibi 9 yıllık bir yaşamışlığı olması mümkün değil.

3 yıl önce Bedirhan’la yollarımızın kesiştiği o günü nasıl unuturum. Kevser Hoca öfkeden deliye dönmüş gözlerle, gömleğinin omuzlarından çekiştirerek bırakmıştı sınıfımın kapısına. Daha bir hafta dolmadan kadını canından bezdiren Bedirhan ise yüzünde zafer tebessümüyle bakıyordu suratıma. Açıkçası çirkin bir çocuktu Bedirhan... Pırasa gibi saçları, sabah 7’de sokak mesaisine başladığı için kirden simsiyah olmuş ayakları, yenilmiş tırnakları, diz vermiş pantolonuyla sevimli bir yanı yoktu.  Bu haylazı uslu ve çalışkan bir çocuğa dönüştürdüğümü falan sanmayın sakın. Bedirhan hiç değişmedi. Onu olduğu haliyle alıp koydum koleksiyonumun bir köşesine.

İlk ezber dersinde Süphaneke duasını yanlışsız okudu diye bir çocuk dergisi hediye edince, önceden sadece kendisini getiren Bedirhan, artık annesinin diktiği cüz torbasının içerisine kendisine lazım olabilecek tüm alet ve edevatları da doldurup gelmeye başladı. Koli bandı, araba şeklinde bir kalemtıraş, birkaç farklı renkte boya kalemi ile defter,  plastik bir oyuncak asker, kim bilir nereye ait olan bir cıvata ve 1 litrelik kola şişesinde dondurulmuş buz. Gelin görün ki Fatiha suresini ezberlemesi o kadar da kolay olmadı. Ne yaptıysam “Elhamdürillahi” demekten vazgeçiremedim bu çocuğu. Meğer evde nenesi çalıştırıyormuş bizimkini. Kadıncağız kuran okumanın yasak olduğu günlerde, komşunun ahırında gizli gizli öğrenmiş Kuran okumayı. Doğrusuyla, yanlışıyla Bedirhan’a da öğretmiş sağ olsun. Bir hafta, iki hafta derken artık dayanamayıp kızdım Bedirhan’a, doğrusunu öğrenmek için çaba göstermiyormuş gibi gelmişti… Sonraki birkaç hafta da  “Elhamdürillahi AMAAAN dülillahi rabbil’alemin…” diye okumaya başladı. Neyse ki sabrın sonu selamette yaz tatilinin bitmesine yakın öğrendi doğrusunu.

Çocuklara ‘büyüyünce ne olacaksın?’ diye sormanın farklı bir cazibesi vardır büyükler için. Bir gün bu cazibeye kapılıp ben de sordum sınıfa. Herkes sırayla tahtaya çıkıp anlatıyor hayallerini. En çok doktor olmak istiyorlar, polis olmak isteyenlerin sayısı da az değil, öğretmen olmak isteyenler de var. Neyse sıra Bedirhan’a geldi. Başladı anlatmaya “Öğretmenim ben çiftçi olacam. Bizim köyde dedemin tarlası var orayı aldım mıydı, salatalık ekerim, garpuz ekerim…  Bir de at alırım öğretmenim, gezerim her yeri, oh gel keyfim gel…”

Tam bu sırada dağlarla çevrili bir bozkır geldi gözlerimin önüne. Uzaklarda simsiyah atının üzerinde, süratle giden bir delikanlı görür gibi oldum. Atının kulağına eğilmiş sanki bir şeyler fısıldıyor…

“Elhamdülillahi rabbil’alemin..”

Feteyan \2020

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BRAVE - Disney PİXAR (2012)

"Kaderimiz içimizde yaşıyor, onu görecek kadar cesur olmamız yeter…" Vizyona girdikten 6 yıl sonra nihayet Brave’i dün gece izledim. Brave, Pixar animasyonlarının o alışık olduğumuz orijinal hikayelerden biraz uzak. Bu durum, vizyona girdiği 2012 yılında Wall-e, Up gibi mükemmel yapıtlar görmüş olan izleyiciyi bir nebze hayal kırıklığına uğratmış olsa da, sonraki yıllarda Big Hero, Zootopia ve benim favorim Boss Baby ile sarsılan imajını yeniden toparladı. Aslında Brave hikâye bazında istenileni karşılayamamış olsa da– bu fikir daha önce çıtanın çok yükseklere çıkmış olmasından da kaynaklanıyor olabilir- teknik anlamda kusursuz. Karakterler, karakterlerin zamana göre değişimleri, mekanlar, sesler… tamamıyla özenle işlenmiş. Bu anlamda animasyon tam bir görsel şölen tadında… Brave’in hikayesi, Prenses Merida'nın kendi kaderini yazmaya karar vermesiyle başlıyor. Ancak Merida'nın bu kararı annesi Kraliçe Elinor

SİVASTOPOL - TOLSTOY ft. AHMET KAYA

Sivastopol önünde yıkık minare,  Düşman dedikleri gelmez imane  Erenler geliyor bize imdade  Aman da kaptan paşa emir ver bize  Sılada nişanlımız duacı size. 🎶🎵 İlk kez dinlediğimde kulağıma çok hoş gelmişti bu marş.. Ama asıl bağımlılığı Ahmet Kaya ’dan dinledikten sonra kazandım. O zamanlar “Sivastopol” hakkında hiçbir fikrim olmamasına rağmen araştırma ihtiyacı da hissetmemiştim çünkü daha çok merakımı cezbeden bir şey vardı ki, o da; Ahmet Kaya’nın bir Mehter Marşını seslendiriyor oluşuydu… O zamanlar daha sonra üzerinde düşünmek üzere aklımın odalarından birine kaldırmışım bu şaşkınlığı. Ta ki .. O güne kadar…. Bir kitapçıda dolaşırken Dünya Klasikleri reyonunda Sivastopol ismini görünce aniden odaklandım kitaba. Sonrası da Ahmet Kaya, Sivastopol, Tolstoy ve Mehter Marşı arasında şemalar oluşturmaya çalışan karışık bir kafa.. Kitabı okuyunca çıktı tabi işin aslı ortaya. Meğer bu Sivastopol şimdik

AŞÇIBAŞI - MAHMUD NEDİM BİN TOSUN

  Bir Osmanlı subayının yemek yapmayı bilmeyen bekar askerlerin perişanlıklarına dayanamayıp yazdığı yemek tarifi kitabı.. Ancak Mahmut Beyin bu işi sadece hayır için yapmadığı yemek konusu ile bir hobi gibi meşgul olduğu, hem yapmayı hem yemeyi sevdiği aşikar. Dili o dönem için yazılmış yemek kitaplarına göre hafifmiş ama sonuna bir sözlük eklenmiş yine de. İçinde bir kaç yapmaya değer farklı tarif bulunmakla birlikte, Türk mutfağının yıllar içerisinde üst düzey bir değişim göstermediği de kitabı okuyunca anlaşılıyor (sadece yumurta tüketimimizde bi azalma olmuş) Ben daha çok Latif Osmanlı Türkçesi için okudum kitabı bir kuzu tandır ancak bu kadar şairine anlatılır yani. Ve Mahmut Nedim Beyin ehli keyf olduğu da yemeklerin lezzetini tarif ederken yaptığı benzetmelerden anlaşılıyor.   Kitap Salyangoz pilakiden baklavaya kadar geniş bir tarif yelpazesine de sahip. Yemek işleri ile haşır neşir iseniz elinizde bulunsun derim.