Ana içeriğe atla

KOLEKSİYONUMDAN

 Geçmişe karşı ciddi bir ilgi duyuyorum. Ve geçmişi olan her şeye karşı da… Ülkelerin, insanların, eşyaların tarihi çeker beni. Geçmişin bıraktığı izleri görmek, bugüne bıraktığı duyguları, bir kişiliği nasıl inşa ettiğini dinlemek bir hobi benim için. Hatta bir çeşit koleksiyonerim... “Geçmiş” biriktiriyorum.

Koleksiyoncular iyi bilir, kıymetli parçalar en beklenmedik anlarda çıkar karşınıza. Eğer iyi bir koleksiyonerseniz o parçanın kıymetini tereddütsüz anlarsınız. Peki, “geçmiş” biriktiren biri iyi parçayı nasıl tanır? Elbette kolay değil. Fakat size bir ipucu verebilirim.

Kelimeler… Özellikle “kişi geçmişi” biriktiriyorsanız parçanın iyisini buradan anlarsınız. İnsanların geçmişte yaşadıklarını anlatırken seçtikleri kelimeler özenlidir. Sayısız kere düşünmüştür o hadise üzerinde. Ölçmüş, biçmiştir. Ağlayarak anlatmıştır kendine, kahkaha atmaktan anlatamamıştır bazen. Bir kendi tarafından bakıp anlatmıştır, bir de karşı taraftan. Sonra yetmezmiş gibi kendinde açtığı yaralara anlatmıştır bir kere de. Bazen minnettarlık duyarak yâd etmiştir yaşadıklarını, onun sayesinde şimdiki kendi olmuştur çünkü… Bunca provadan sonra da her hatıra seçilmiş kelimelerle dile gelir elbette. Fakat bazıları da vardır ki o hadisenin bıraktığı izi ve geçmişin yükünü tek başına sırtlanmıştır. İşte o sözcükleri tanımakta hem bu işte biraz pişmeye hem de meseleye ne kadar istidadınız olduğuna bağlıdır.

Koleksiyonumdan kıymetli bir parçayı da paylaşayım sizlerle. En beklenmedik zamanda ele geçirdiğim bu parça hâlâ düşündürür beni.

Altmış beşlerinde, sarıldığı zaman sizi tâ yüreğine kadar sokup çıkaran bir kadındır, Ayşe Teyzem. Kendi adına son derece iddiasız biri olsa da sevdikleri söz konusu olunca bir aslan, bir kaplan… Kıymetli bir parça için en beklenmedik –aslında en beklendik- kişi.

Gelin gittiği evi anlatıyor. O yoksul, yoksun günleri. Daha 17 yaşında yeni bir hayata başlayışını. Rızamız alınmazdı o zamanlar, diyor. Ama bundan dolayı kimseye kırgın değil, belli… Yeni hayatı adına kurduğu hayallerden bahsetmiyor ama biz dolduralım oraları. Basit hayaller kuralım ama en büyüğü 2 oda bir ev olsun.

Eski, toprak ve son derece kalabalık bir eve gelin gitmiş. Kışın sobalı odaya üç ayrı döşek atıp, döşeklerin arasına perde çekip aynı içeride öylece uyduklarını anlatıyor. Kayınvalidesi, görümceleri, haddini bilmez sözler, türlü kalp kırıklıkları, hepsini sineye çekişler… Yirmili yaşlarında anne olmuş bir kadın, çocuğuna yedirecek bir lokma bulamayışını anlatıyor sonra… Eşinin türlü bahanelerle iş bırakmalarını, bin bir hayalle kiraya tuttukları evden nasıl kapıya konduklarını, o eski, toprak eve nasıl geri döndüklerini…

“Amaaan..!” diyor, sonra… “Gençken ufacık dertte ölesi geliyor insanın. Bak geçti, gitti hepsi… Bugünümüze şükür.”

Tam bu sırada bir şimşek çakıyor beynimde, ‘ufacık dertten ölesi gelme’ yaşımda olduğumu fark ediyorum. İçimde birçok şey aydınlanıyor. Demek, diyorum bu yüzdenmiş, gençlik yüzünden… Sonra alıp kaldırıyorum bu parçayı koleksiyonumun en özenli yerine.

Feteyan \ 2020

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BRAVE - Disney PİXAR (2012)

"Kaderimiz içimizde yaşıyor, onu görecek kadar cesur olmamız yeter…" Vizyona girdikten 6 yıl sonra nihayet Brave’i dün gece izledim. Brave, Pixar animasyonlarının o alışık olduğumuz orijinal hikayelerden biraz uzak. Bu durum, vizyona girdiği 2012 yılında Wall-e, Up gibi mükemmel yapıtlar görmüş olan izleyiciyi bir nebze hayal kırıklığına uğratmış olsa da, sonraki yıllarda Big Hero, Zootopia ve benim favorim Boss Baby ile sarsılan imajını yeniden toparladı. Aslında Brave hikâye bazında istenileni karşılayamamış olsa da– bu fikir daha önce çıtanın çok yükseklere çıkmış olmasından da kaynaklanıyor olabilir- teknik anlamda kusursuz. Karakterler, karakterlerin zamana göre değişimleri, mekanlar, sesler… tamamıyla özenle işlenmiş. Bu anlamda animasyon tam bir görsel şölen tadında… Brave’in hikayesi, Prenses Merida'nın kendi kaderini yazmaya karar vermesiyle başlıyor. Ancak Merida'nın bu kararı annesi Kraliçe Elinor

SİVASTOPOL - TOLSTOY ft. AHMET KAYA

Sivastopol önünde yıkık minare,  Düşman dedikleri gelmez imane  Erenler geliyor bize imdade  Aman da kaptan paşa emir ver bize  Sılada nişanlımız duacı size. 🎶🎵 İlk kez dinlediğimde kulağıma çok hoş gelmişti bu marş.. Ama asıl bağımlılığı Ahmet Kaya ’dan dinledikten sonra kazandım. O zamanlar “Sivastopol” hakkında hiçbir fikrim olmamasına rağmen araştırma ihtiyacı da hissetmemiştim çünkü daha çok merakımı cezbeden bir şey vardı ki, o da; Ahmet Kaya’nın bir Mehter Marşını seslendiriyor oluşuydu… O zamanlar daha sonra üzerinde düşünmek üzere aklımın odalarından birine kaldırmışım bu şaşkınlığı. Ta ki .. O güne kadar…. Bir kitapçıda dolaşırken Dünya Klasikleri reyonunda Sivastopol ismini görünce aniden odaklandım kitaba. Sonrası da Ahmet Kaya, Sivastopol, Tolstoy ve Mehter Marşı arasında şemalar oluşturmaya çalışan karışık bir kafa.. Kitabı okuyunca çıktı tabi işin aslı ortaya. Meğer bu Sivastopol şimdik

AŞÇIBAŞI - MAHMUD NEDİM BİN TOSUN

  Bir Osmanlı subayının yemek yapmayı bilmeyen bekar askerlerin perişanlıklarına dayanamayıp yazdığı yemek tarifi kitabı.. Ancak Mahmut Beyin bu işi sadece hayır için yapmadığı yemek konusu ile bir hobi gibi meşgul olduğu, hem yapmayı hem yemeyi sevdiği aşikar. Dili o dönem için yazılmış yemek kitaplarına göre hafifmiş ama sonuna bir sözlük eklenmiş yine de. İçinde bir kaç yapmaya değer farklı tarif bulunmakla birlikte, Türk mutfağının yıllar içerisinde üst düzey bir değişim göstermediği de kitabı okuyunca anlaşılıyor (sadece yumurta tüketimimizde bi azalma olmuş) Ben daha çok Latif Osmanlı Türkçesi için okudum kitabı bir kuzu tandır ancak bu kadar şairine anlatılır yani. Ve Mahmut Nedim Beyin ehli keyf olduğu da yemeklerin lezzetini tarif ederken yaptığı benzetmelerden anlaşılıyor.   Kitap Salyangoz pilakiden baklavaya kadar geniş bir tarif yelpazesine de sahip. Yemek işleri ile haşır neşir iseniz elinizde bulunsun derim.