Kitabın son sayfasını da okuyup, kapattığımda sırayla önce halıya sonra duvara en sonda kitabın kapağındaki resme birkaç dakika kadar boş gözlerle baktım. Ardından da hayatıma kaldığım yerden devam etmeye çalıştım. Ama şöyle bir fark vardı; kafamın içinde Martin Eden’i yaşatıp öldürmüş biriydim artık. Martin’in hikâyesini ise kafamda iki boyutta oluşturdum. Aşktan ve bilgiden… Martin’in aşkla olan hikâyesi Ruth’u görmesiyle başlıyor. Tam bir zengin kız, fakir oğlan klişesi. Açıkçası bir Amerikalıdan böyle bir şey okuyabileceğimi sanmazdım. Bilirsiniz Amerikalılar söz konusu olduğunda aşktan değil şehvetten, hislerden değil realiten söz edilebilir. Ama London beni yanılttı. Biz şarklılar için klişe bir konu olsa da London, hikâyeyi çok sağlam işlemiş ve içini de güzel doldurmuştu. Bu kısımda asıl canımı sıkansa Martin gibi sağlam karakterli ve iradeli bir adamın bile Ruth gibi bir kızı sevmiş olması. Ama o mıymıy Ruth’dan bir halt olmayacağını daha ilk sayfalarda anlamıştım, ben