Ana içeriğe atla

MARTIN EDEN - JACK LONDON


Kitabın son sayfasını da okuyup, kapattığımda sırayla önce halıya sonra duvara en sonda kitabın kapağındaki resme birkaç dakika kadar boş gözlerle baktım. Ardından da hayatıma kaldığım yerden devam etmeye çalıştım. Ama şöyle bir fark vardı; kafamın içinde Martin Eden’i yaşatıp öldürmüş biriydim artık.

Martin’in hikâyesini ise kafamda iki boyutta oluşturdum.  Aşktan ve bilgiden…

Martin’in aşkla olan hikâyesi Ruth’u görmesiyle başlıyor. Tam bir zengin kız, fakir oğlan klişesi. Açıkçası bir Amerikalıdan böyle bir şey okuyabileceğimi sanmazdım. Bilirsiniz Amerikalılar söz konusu olduğunda aşktan değil şehvetten, hislerden değil realiten söz edilebilir. Ama London beni yanılttı. Biz şarklılar için klişe bir konu olsa da London, hikâyeyi çok sağlam işlemiş ve içini de güzel doldurmuştu.

Bu kısımda asıl canımı sıkansa Martin gibi sağlam karakterli ve iradeli bir adamın bile Ruth gibi bir kızı sevmiş olması. Ama o mıymıy Ruth’dan bir halt olmayacağını daha ilk sayfalarda anlamıştım, ben. Kısmen haklı da çıktım. Eee Mart, babasının prensesi mıymıy Ruth’lar için, Lizzi'yi harcarsan sonunda üzülen sen olursun tabi.

Neyse mesajımı da verdiğime göre işin magazin kısmını burada bırakıyorum çünkü kitap hakikatte çok daha derin. Hikâyenin ikinci boyutunda bir sokak serserisinin kitapların efendisine dönüşümünü okuyorsunuz. Hem fiziksel olarak hem de fikren çektiği sancılara şahit oluyorsunuz. Martin okudukça, öğrendikçe derinleşiyor, o derinleştikçe kitap ağırlaşıyor. Son sayfalara geldiğimde Martin’i anlayabilmek için bazı satırları birkaç kere okumam gerekti ve kitabın sonunda 100 sayfa kadar yer tutan notlar bölümüne de defalarca bakmam. O kadar çok şair, yazar, düşünür ismi okudum ki...

Ve tabi ki sosyalizm ve bireycilik meselesi… Kendisi de bir sosyalist olan Jack London, yarı otobiyografik romanında seçtiği karakteri sağlam bir bireyci olarak kurguluyor. Bu London’un bireycilere sizi sizden iyi tanıyorum deme şekli olmalı. Ve Martin Eden için kalemini sakınmadan yazdığı muhteşem sonlada tüm bireycilerin ağzının payını ustaca veriyor, yazar.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BRAVE - Disney PİXAR (2012)

"Kaderimiz içimizde yaşıyor, onu görecek kadar cesur olmamız yeter…" Vizyona girdikten 6 yıl sonra nihayet Brave’i dün gece izledim. Brave, Pixar animasyonlarının o alışık olduğumuz orijinal hikayelerden biraz uzak. Bu durum, vizyona girdiği 2012 yılında Wall-e, Up gibi mükemmel yapıtlar görmüş olan izleyiciyi bir nebze hayal kırıklığına uğratmış olsa da, sonraki yıllarda Big Hero, Zootopia ve benim favorim Boss Baby ile sarsılan imajını yeniden toparladı. Aslında Brave hikâye bazında istenileni karşılayamamış olsa da– bu fikir daha önce çıtanın çok yükseklere çıkmış olmasından da kaynaklanıyor olabilir- teknik anlamda kusursuz. Karakterler, karakterlerin zamana göre değişimleri, mekanlar, sesler… tamamıyla özenle işlenmiş. Bu anlamda animasyon tam bir görsel şölen tadında… Brave’in hikayesi, Prenses Merida'nın kendi kaderini yazmaya karar vermesiyle başlıyor. Ancak Merida'nın bu kararı annesi Kraliçe Elinor

SİVASTOPOL - TOLSTOY ft. AHMET KAYA

Sivastopol önünde yıkık minare,  Düşman dedikleri gelmez imane  Erenler geliyor bize imdade  Aman da kaptan paşa emir ver bize  Sılada nişanlımız duacı size. 🎶🎵 İlk kez dinlediğimde kulağıma çok hoş gelmişti bu marş.. Ama asıl bağımlılığı Ahmet Kaya ’dan dinledikten sonra kazandım. O zamanlar “Sivastopol” hakkında hiçbir fikrim olmamasına rağmen araştırma ihtiyacı da hissetmemiştim çünkü daha çok merakımı cezbeden bir şey vardı ki, o da; Ahmet Kaya’nın bir Mehter Marşını seslendiriyor oluşuydu… O zamanlar daha sonra üzerinde düşünmek üzere aklımın odalarından birine kaldırmışım bu şaşkınlığı. Ta ki .. O güne kadar…. Bir kitapçıda dolaşırken Dünya Klasikleri reyonunda Sivastopol ismini görünce aniden odaklandım kitaba. Sonrası da Ahmet Kaya, Sivastopol, Tolstoy ve Mehter Marşı arasında şemalar oluşturmaya çalışan karışık bir kafa.. Kitabı okuyunca çıktı tabi işin aslı ortaya. Meğer bu Sivastopol şimdik

AŞÇIBAŞI - MAHMUD NEDİM BİN TOSUN

  Bir Osmanlı subayının yemek yapmayı bilmeyen bekar askerlerin perişanlıklarına dayanamayıp yazdığı yemek tarifi kitabı.. Ancak Mahmut Beyin bu işi sadece hayır için yapmadığı yemek konusu ile bir hobi gibi meşgul olduğu, hem yapmayı hem yemeyi sevdiği aşikar. Dili o dönem için yazılmış yemek kitaplarına göre hafifmiş ama sonuna bir sözlük eklenmiş yine de. İçinde bir kaç yapmaya değer farklı tarif bulunmakla birlikte, Türk mutfağının yıllar içerisinde üst düzey bir değişim göstermediği de kitabı okuyunca anlaşılıyor (sadece yumurta tüketimimizde bi azalma olmuş) Ben daha çok Latif Osmanlı Türkçesi için okudum kitabı bir kuzu tandır ancak bu kadar şairine anlatılır yani. Ve Mahmut Nedim Beyin ehli keyf olduğu da yemeklerin lezzetini tarif ederken yaptığı benzetmelerden anlaşılıyor.   Kitap Salyangoz pilakiden baklavaya kadar geniş bir tarif yelpazesine de sahip. Yemek işleri ile haşır neşir iseniz elinizde bulunsun derim.